Geçen haftanın notlarından başlayalım… Çarşamba-Perşembe günü Alpine 390A ile başlayan İstanbul-Paris hattı Cuma-Cumartesi Opel Grandland lansmanı için  İstanbul-Frankfurt  hattı ile devam etti. Gece 02’lerde eve gelip bavul değiştirme ile geçen süreç Pazar-Pazartesi günü Paris Motor Show için tekrar Paris yolculuğunu başlattı. Ardından Salı-Çarşamba günü de Renault 5 lansmanı için Paris-Nice hattına gidildi. Bunları “bakın nasıl yoğunum” diye yazmıyorum. Sadece otomotiv sektörünün şu an içinde bulunduğu hareketliliği özetlemek adına yazdım. Bu benim trafiğim… Diğer meslektaşlarımın daha da yoğun lansman gündemi var… İşte bu hareketlilik aslında son üç ayın da nasıl geçeceğinin bir özeti. Anlaşılan o ki; rekabetin en üst düzeyde olanına tanık olacağız…
*
Bu lansmanlarda en çok dikkatimi çeken “global lansmanlardaki” yabancı markaların sıradan ve özensiz lansmanları son dönemde de artarak devam ederken; bizim yerli lansmanlardaki dozun da gitgide artarak  çok daha özenli çok daha detaylı şekilde sürmesi… Bu tabi biz gazeteciler arasında da konuşulan konuların başında geliyor. Kimi arkadaşlarımız sadece ürün odaklı lansmanlardan hoşlanırken, diğer bir grup da bu global lansmanlardaki özensizlikten şikayet ediyor. Bazılarımız yerli lansmanlardaki çeşitlilikten ve yoğunluktan şikayet ederken, çoğunluk da halinden memnun. Ancak bana göre marka ürününü tanıtırken aslında marka değerini de ortaya koyuyor, ya da koymalı. “Uçaktan in al arabayı test et, akşam yemek, sabah vedalaşalım” lansmanları da markanın ruhunu yansıtmıyor. Son dönemde Türkiye’de değişen lansman anlayışında araç kadar marka değeri ve marka potansiyeli de ortaya konuyor. Bir de lansmanlardan her ne olursa olsun “söylenen” bir tayfa var. Arkadaşlar her davet edildiğiniz lansmana gitmek zorunda değilsiniz. Uçar erkense, aktarma varsa, çok bekleme varsa programa bakıp “gelemiyorum” demek zor değil. Ama “hem ağlarım hem giderim” diyen gelin modundan çıkmak lazım…
*
Son dönemde otomobil gazetecileriyle birlikte takipçi sayıları yüksek diye influcerlar da otomobil lansmanlarına çağrılmaya başlandı. Bazen bizlerle beraber; bazen de ayrı bir  lansman gruplarında yer alıyorlar. Bundan da şikayetçi bir tayfa var. Deniyor ki; “onları para vererek çağırıyorlar. Biz bedavaya geliyoruz”… Bir kere gazeteci “haber yapması ve içerik çıkartması için çağrılıyor. Yani böyle bir davete çağrılırken para teklif edilmesi zaten düşünülemez. Ayrıca influcerlarin çalışma sistemi bu. Alan razı veren razı… Bunu söyleyen arkadaşların internet sitelerine 3 haftada bir bülten haber yaptığını, sektör içinde hiçbir özgül ağırlığı olmadığını, şimdiye kadar bir özgün haber, bir özgün yorum ve eleştiri ile yer almadıklarını görünce  ne diyeceğimi biliyorum da nezaketimden yazmıyorum. Anlayan anlamıştır zaten. Arkadaş, sen o lansmana çağrıldığına, adam yerine konduğuna yat kalk dua et… Şükret yani şikayet etme…   
*
Seyahatler sırasında geçmiş yıllardan bir anı geldi aklıma. Bu hafta onu paylaşmak istedim. Mais A.Ş’nin 20 yıla yakın zamandır Genel Müdürü olarak görev yapan İbrahim Aybar’la bir konuşmamız geldi aklıma. Renault Türkiye’de 20 yıl liderliği hiçbir markaya bırakmayan İbrahim Aybar’la bir gün yurtdışına uçuyoruz. Yanımdaki koltukta oturuyor. Aybara şunu sordum: “İbrahim bey yıllardır bizle beraber ekonomide uçuyorsunuz. Oysa Bussines Class’ta da uçabilirsiniz. Bazı markaların bazı Genel Müdürleri öyle uçuyor. Siz neden bu yolu tercih ediyorsunuz. Bizle birlikte aynı koltuklarda gidip geliyorsunuz.” İbrahim bey şu yanıtı vermişti aradan 10-15 yıl geçmesine rağmen hiç unutmuyorum. “Ahmet beycim, öncelikle dikkatiniz için teşekkür ederim. Ama sizler benim ve markamın misafirisiniz. Siz ekonomide giderken sizlerle aynı uçaktaysam Bussines koltuklarda uçamam. Bu çok ayıp olur. En azından benim düşüncem bu yönde. Bunu yapan arkadaşları da eleştiremem. Herkes dileği yolu seçebilir. Ama ben özel uçuşlarımda veya sizden önce veya sizden sonra uçacaksam ancak Bussines olarak yolculuğu tercih ediyorum. Benim bu konudaki davranış biçimim budur”…


Bu anıyı birilerine mesaj vermek için yazmadım. Sadece aklıma geldiği için paylaşmak istedim. Herkes kendine yakıştırdığı davranış biçiminde davranmakta özgürdür. Çok sevdiğim bir laf vardır; Herkes Kendi Kadardır…